Sakarya Üniversitesi Öğretim Görevlisi, TRT spor yorumcusu Erdal Hoş, geçen hafta gerçekleşen Trabzonspor-Fenerbahçe maçı sonrası tribünlerdeki durumu AA Analiz için kaleme aldı.
***
Öncelikle futbolu diğer spor dallarından ayırmak lazım geldiğini düşünenlerdenim. Hiçbir bireysel veya takım sporunda bulunmayan bir gücü var futbolun. Yoğun bir “biz” duygusu inşası veya inşa olmuş “biz” in bağlığını güçlendirmesi. Dolayısıyla en az oynayanlar kadar taraftar için de “biz”e dahil olmanın, aidiyetin güçlü olduğu bir sosyal olgudan söz ediyoruz. Takımların kendi sahasında oynadığı maçlar için kullanılan “evimizde oynayacağız” ifadesi bile bu aidiyetin ölçüsünü göstermek bakımından anlamlı. Keza takım oynamaz, takım gol atmaz, takım gol yemez; “biz” iyi veya kötü oynarız, gol atarız, gol yeriz. Takım yenmez, yenilmez; “biz” yeneriz, yeniliriz, kazanırız, kaybederiz.
Dolayısıyla tribünde maç izleyen de evinde televizyondan, radyodan, internetten takip eden de bir şekilde oyuna dahil olduğunu düşünür. Ülkenin milli güreşçisi de elbette önemli olsa da olimpiyat finalinde kimse kendisine uğur denemesi pek yapmaz, günler öncesinden dua etmez veya sosyal medya üzerinden salavat grupları oluşturmaz. Ama ilçe takımının maçı varsa taraftar elinden geleni yapmak ister ve elinden geldiğine de inanır. Meşhur bir söylem vardır ya; ‘düşen uçakta ateist olmaz’ diye, siz onu asıl takımı aleyhine penaltı verilmiş taraftarda görün. O penaltı anındaki çaresizlik yeryüzünün her yerindeki taraftarı inandığı her ne ise, kutsal bildiği her ne ise ondan medet ummaya iter. Üstelik bu gerçek, eğitim seviyesini ve sosyoekonomik farkları da aşar.
Hal böyle olunca şunu kabul edelim ki çok güçlü bir sosyal olgudan bahsediyoruz. İnsanları var olmayan bir sosyolojinin gerçek olduğuna inandıran bir olgu. Belki de Benedict Anderson’un “hayali cemaat” tanımını futbol için kullanmak doğru olacak.
“Biz”e karşı “öteki”
Başlangıcının hemen sonrasından itibaren futbol bir işçi sınıfı sporu oldu. Şehre taşınmış ve bir aidiyet boşluğu yaşayan yığınlar için futbol, hem elde edilen boş zamanı doldurma hem de bir şehre ve camiaya ait olma işlevi gördü. Dolayısıyla da tribünlerin hiçbir zaman nezih mekanlar olduğunu söyleyemeyiz. Bir “biz” ve doğal olarak “biz”e karşı bir “öteki” sporu olan futbolun içinde hem sahada hem tribünde her zaman bir gerilim vardı. Bizde de Avrupa’da da Güney Amerika’da da bu durum böyledir, ancak bunun şiddet boyutuna ulaşmasının bir hastalık hali olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan bence bu var olan hastalık, yani toplumun bir kesiminin şiddette meyli futbolun kabahati değildir. Kuvvetle muhtemel futbol olmasa da bu meyil ortaya çıkaracak başka bir alan da bulurdu. Bu ikisini birbirinden ayırmak lazım diye düşünüyorum. Futbol için sadece bir ayna veya büyüteç diyebiliriz.
Öte yandan yakın geçmişte yaşadığımız Kovid-19 salgını sonrası hem bizde hem Avrupa’da tribün ve futbol üzerinden şiddet ve ırkçılık gösterilerinin arttığını gözlemliyoruz. Tüm dünyanın yaşadığı bu ağır travmanın sonuçları üzerine belki ilerleyen yıllarda daha sağlıklı değerlendirmeler yapmak mümkün olacaktır. Peki bu şiddetle nasıl başa çıkılır? Benim cevabım çok kısa ve net; polisiye tedbirlerle. Tekrar etmiş olayım her toplumda şiddet eğilimi olan bir kitle vardır. Futbol sadece bu arızanın ortaya çıktığı bir kanal veya mecradır.
Tribün duyguya teslimdir
Aslında futbol 20. yüzyıl başlarından itibaren topluluklar için bir kendini ifade enstrümanı olageldi. Kimi zaman totaliter rejim ve liderlerin, kimi zaman bağımsızlık uğruna mücadele eden Afrika insanının veya azınlıkların. 21. yüzyılda ise futbol, özellikle Avrupa’da kendini meşru zeminlerde ifade edemeyen bilhassa ırkçı hareketlerin dışa vurum alanı oldu. Keza Doğu Avrupa ülkelerinde de benzer bir durumu görüyoruz. Öte yandan Fransa Marsilya, büyük ölçüde Kuzey Afrikalı göçmenlerin yaşadığı bir yer ve orada da sıklıkla Fransız hükümetine yönelik birikmiş ve sonraki kuşaklara devredilmiş öfke nedeniyle tribün olayları meydana geliyor. Hatta Marsilya’daki olaylar maruz kalınan ırkçılık ve ayrımcılığa bir tepki olmasına rağmen kendisi de şiddet içeriyor. Neden? Normal mecralarda dikkate alınmadığını düşünen kitleler birikmiş öfkelerini futbol üzerinden ifade edebiliyor.
Bununla birlikte şunu tekrar hatırlatmak gerekir ki futbol tek başına ne sorun çıkarabilir ne de sorun çözebilir; olanı büyütür, topluma ayna tutar. Hatta futbola aynadan çok bir büyüteç diyelim. Bu büyüteç tutma hali belki de tribünün abartma kültüründen kaynaklanıyor. Örneğin geçen sene yaşadığımız deprem sonrasında sivil anlamda ilk inisiyatif alanlar tribün grupları olmuştu. Üstelik tribün grupları kriz anında birbirleri ile olan husumeti bir kenara bırakıp ortaklaşa işe giriştiler. Hatırlayın, o dönemde Trabzon’da tribünlerde Fenerbahçe bayrağı dalgalandı. Tribün duyguya teslimdir ve o duyguyu abartır; olumluyu da olumsuzu da. İşte bu noktada yöneticilik dediğimiz kavram ortaya çıkıyor. Tribünün duygusunu yönetmek kulüp ve federasyon yöneticilerinin görevi. Bizdeki sorun nedir diye soracak olursanız, bizde tribün gibi yöneticiler de duyguya teslim oluyor. Oysa taraftar duygusu ile yönetici ise aklı ile ön plana çıkar. Deprem zamanı Trabzon’da dalgalanan Fenerbahçe bayrağı ile aradan bir yıl geçtiğinde gördüklerimizin arasındaki fark nedir diye sorarsanız, ikisi de “duygu” derim.
Taraftarlık irrasyonel bir haldir. Bir aşk hali ve kendinden geçme hatta aklın baştan gitmesi halidir. Taraftar edilgen ve manipülasyona açıktır. Kanaat önderleri, yorumcular, yöneticiler bu aşk duyguların yoğun ve abartılı yaşandığı dünyayı akılla yönlendirebildiklerinde 6 Şubat sonrası manzaralar, onlar da duyguların esiri olup yangına körükle gittiklerinde de son olarak Trabzon’daki görüntüler ortaya çıkar. 1 asırlık futbol tarihimizde olduğu gibi.
[Erdal Hoş, Sakarya Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve TRT spor yorumcusudur.]
Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.